“Berbat bir sabah daha!” diyerek aynaya koştu ve bir sigara yaktı. Birkaç saniye sonra söndürdü ve kahve koydu. Notebook’unu açmak üzere yatağa döndü ve rüyasında görmüş olduğu ve hatırlayamadığı kişiliğe nefret söylemine devam etmek üzere yazmaya başladı:
“Gözümü çevirdiğim her yer bulanık; her yer mavi, siyahla karışık. İnsanlar zombi gibi. Hayat? Şekersiz bir kahve gibi ya da soğuk bir çay misali. Neyse ne! Hırsımı vuruyorum duvara, yok. Duvar da vermiyor ki cevap. Boş. Ayak uyduramıyorum sanırım.
Kimi zaman Hadi kalk, toparlan! diyor biri, sonrasında yok ses. Kalkıyorum yataktan. Senfoniden ibaret odam. Selam verip uzaklaşıyorum, kaçabildiğim kadar. Kahvaltı sonrası birkaç taslak sonrasında, başlıyorum kitap okumaya. Okuyamıyorum. Bir yıl öncesi falandı işte bu yaşananlar. Parsiyel loblarımdan gelen farklı ses diyordu ki: Film şeridi gibi geldi gözümün önüne!
Günler geçiyor. Bakmıyorum yüzüne. Çok kilo almışsın, saçların daha da sarı, farkedemediğim bir şey var sen de. Değişmişsin sanki. N’olur bir cevap ver! dercesine bakıyor bana. Sadece birkaç saniye. Beynim diyor ki: Hey! Güzelliğinden çok şey kaybetmiş. Mimiklerimde değişme olmadan diyorum ki cevap olarak: Benle Kal! Ama, diyemiyorum işte!
Kalbim: Ha? Oğlum o sana basmıştı tekmeyi. Hatırla şu günü. Blog’unda da bahsettin onlarca kişiye. Boşver! Deyip, tam çıkıyorum kapıdan; onun sesini duymaya başlıyorum sanki. Her defasında yüzünde o gülümseme gelecek gibi hissediyorum. Bir roman kahramanı gibi demeyi çok isterdim: KORKMA BEN VARIM! Ama, diyemem artık. Demem de zaten. Her şey için çok geç sayın bayan! Kalbi durdurur bi’ acı bazen, ama acıtmıyor ki artık!
Noluyo’ lan, diyorum. Hoca da gelmedi daha. Kahvaltı falan yapıyordur, deyip çıktım. Bi’ sigara yaktım ve açtım telefonu: “Kardeşim naber?” sesi geldi karşıdan. Konuşuyoruz falan; 30 dakika kadar yaklaşık olarak. Geçiyor günler. Dersler falan çok eğlenceli… Çok iyi geliyor sesin, falan diyor. Gülümsüyorsundur umarım. Özledim seni, uzağım ama, yaz gene bana, diyor.
Sonrasında kapıyorum telefonu. Her şey bitti sanki o an için. En önemli sekiz saatinin yaşamıştım hayatımın. Umut ışığı yoktu ama, ÖLÜME FAKE ATMIŞTIM!
Normal takıldım insanlar içinde, hiçbir şey yokmuş gibi. Sanki her şey normalmiş gibi. Anlatmadım insanlara yaşananları. Kimse yoktu yanımda. Kalabalık içinde bile yalnızlığı iliklerimde hissedebiliyordum. Değişen bir şey yok hala. Sonuçta… Koskoca: Hiçbir şey! Telefondan gelen aptalca “kardeşim yapılacak bir şey var mı?” sesi de sahteydi çünkü o zamanlar.
Oğuz Atay’ın bir sözü vardı; tam hatırlamıyorum. Saflıkla ilgili işte! İnanıyorum her şeye! diyordu. Her şeye! İnsanlar sanki reddedilemeyecek bir teklif yapar gibi gelir ama, sen kabul etmemen gerekirken kabul edersin ya! Safsın işte! Açıp bi’ şeyler okumaya başladım. Neden mi? Çünkü her defasında daha da derine saplanıyordum. En iyisiydi kafamı rahat tutmak… Yani diyeceğim o ki, beni engelleyen her şeyden uzaklaşıyorum artık…”
“Başka tabiri yok bunun!” deyip bir sigara daha yaktı ve ikinci sayfayla devam etti:
“İnsan en çok sabahları sevdiklerini özlerdi.
Günaydın!…”
Recent Comments